Başbakan grup toplantısında konuşuyor; şehit olan askerlerimizi sayıyor, şurada şu kadar, burada bu kadar. Sonra PKK’nın sivillere yönelik saldırısında hayatını kaybedenleri sıralıyor, şurada şu kadar, burada bu kadar…
Ve sonra “Kalleş BDP” diyor, “Kalleş PKK” diye ekleme yapıyor.
Herkes Uludere’yi söylüyor, 34 can hiç yere gitti, bunun hesabı sorulmalı diye…
Hiç suçu olmayan masum insanların hayatının baharında göçüp gitmesi eleştiriliyor.
Bazen duygusal yanımız kabarıyor ve hayatını kaybedenin gencecik insanların gelecek planlarını aktarıyoruz…
Nişanlanmıştı. Belki yeni evliydi, ya da henüz doğum yapan eşini ve dünyaya gelen minicik evladını koklayamamıştı…
Belki terhisine üç gün kaldığını söylüyoruz ve “ahh üç gün sabretseydiniz ya” diye öfkemizi kusuyoruz.
Bazen minicik yavrulara bir şey öğretmek için yurdun en ücra köşesine giden gencecik öğretmenlerin katledişine yanıyoruz.
Bazen sabahın ilk ışıklarıyla abdestini alıp, “Allahu Ekber” diyerek cemaate namaz kıldırmak için evinden çıkan imamın katledişine üzülüyoruz…
Gün oluyor bir polis karakoluna yapılan saldırıyı, gün oluyor bir polisin yaptığı saldırıyı eleştiriyoruz.
Bazen üst rütbeli bir askeri kaybediyoruz, bazen sırtına bağladığı bombayı patlatan genç erkeği veya kızı…
Ağıtlar yakıyoruz her seferinde…
“Civanım” diye ağlıyor anneler, “yağız” delikanlısını kaybeden nişanlılar veya eşleri dövünüyor, çocukların gözyaşları sel olup akıyor.
Küçücük yavrularsa ne olduğunun farkına varmadan bir köşeye siniyor, “niye kimse benle ilgilenmiyor” diye iç geçiriyor. Hani babası saçını okşardı, onunla oyunlar oynardı.
Bazıları “bu ülkenin evlatları ölüyor” diyerek her iki kesime de sağduyu mesajı verip, barışın gözyaşlarını dindireceğini söylüyor…
Ama herkesin bir hesabı var…
Kandan beslenenler, kanın durmasını istemiyor…
Kanı ilk akıtanlar, son akıtana “terörist” diyor, ilk akıtan ise “vatansever” oluyor…
Taşları yerli yerine koymayı bilmiyoruz.
Eleştirirken durduğumuz yerden olaya bakarak oklarımızı fırlatıyoruz.
Dağdaysak ona göre, ovadaysak da ona göre…
Oysa grup toplantısında konuşan ve “kalleş” diye bağıran başbakan da biliyor, “ilk kim başlattı” yı…
Çocukluğumuzda canciğer arkadaşlarımızla kavga ederdik. Büyüklerimiz araya girince de tokadı yememek için “ilk önce o başlattı” diye masumiyetimizi kanıtlardık…
Türkiye’de 30 yılı aşkın bir süredir devam eden terör olaylarının esası da çocukluğumuzdakinden farksız…
Bu süreçte 40 bine yakın insanımızı kaybettik, ekonomik olarak çöktük, insan hakları açısından yerlerde süründük, özgürlüğümüz kısıtlandı, karnımız doymadı, bebelerin ayakları terlik görmedi, midelerine giren süt olmadı.
***
Her şey 12 Eylül 1980 tarihinde ülkenin işgal edilmesiyle başlamıştı.
İşgal edenler, düşman kuvvetleri değildi, “dost” görünen düşmanlardı…
Kuzu postuna girmiş kurt gibi saldırdılar yurdun dört bir yanına…
Devlet adına yaptılar bütün bunları…
İnsanlara işkence yaptı, onuruyla oynandı, namuslarını kirletti, yerinden yurdundan etti, yetim bıraktı, öksüz kaldı, evlat acısı çektirdi, eşini aldı, işini aldı, aklını aldı, bir başına bıraktı, sonunda da cehennem olup gittiler…
Ve o gün yapılan iğrençliklere tepkiyle bir terör örgütü ortaya çıktı…
Belki kendi elleriyle kurdular, belki yapılan pisliklerden hesap sorma adına yola çıkanlar vardı.
Sonuçta PKK’yı doğuran, 12 Eylül darbecilerin ta kendisiydi…
Ve elbette ki, “devlet adına” yapılan çirkinliklerden doğan bir örgütü kuran da devlet olmuştu…
Kalleş BDP ve kalleş PKK demek çok kolay…
Devlet adına cinayet işleyenleri de ekleyin “Kalleş devlet” diye haykırın.
Sayarsınız şurada şu kadar şehit, burada bu kadar şehit diye…
Ama Uludere’yi de saymayı unutmayın, Diyarbakır cezaevini de…
Üstüne yurdun dört bir tarafını işgal edip, ağzındaki salyalarla insanların ırzına dokunanların yaptıklarını da sayın…
Gencecik askerleri sayın, polislerin çetelesini tutun, masum sivillere yapılanları söyleyin ama köyleri yakılan, evleri tarananları da ekleyin…
Kalleş olan elbette arkadan vurandır…
Ama gücü elinde bulundurduğunda zulmedene de kalleş diyoruz.
Bugün PKK kalleşlik yapıyorsa, kabul edin ki, Uludere’de yapılan da açıkça bir kalleşlikti…
Elma armut toplar gibi ceset saymak çözüm değil.
Sorun, 30 yılı aşkın bir süredir devam eden ve 40 bin insanımıza mal olan, ülkeyi uçuruma sürükleyen, insanları mağdur eden bu beladan nasıl kurtuluruzdur…
Eğer sayı saymaya başlarsak, 40 bin insanımızı yerleriyle, yurtlarıyla, yaptıkları görevlerle ve vuruluş şekliyle anlatırız. Üstüne de dramatize olayları da serpiştirdik mi al sana bir destan…
Destan yazmak böyle bir şey değildir.
Destan yazmak, akan kanı durdurmak için her şeyini ortaya koyabilmektir.
Destan yazmak, aslında tarihin seyrini değiştirme yürekliliği gösterebilmektir.
Bu sadece AK Parti’nin değil, BDP dâhil bütün partilerin ve PKK’nın elindeki belki de son fırsattır.
Destan mı yazmak istiyorsunuz,
Akan kanlardan rahatsız mısınız,
Dökülen gözyaşları yüreğinizi mi incitiyor,
O zaman “intikam intikam” diye ortaya çıkacağınıza, “kızılcık şerbeti içecekseniz” dahi adım atın, durdurun akan kanı…
Bir kırk bin insanımızı daha kaybetmeyelim…
Twitimden Seçmeler
Meslektaşım Ali Akel Yeni Şafak’tan kovulmuş. O kovulursa söyleyecek var. Ya Uludere’yi aydınlatın, ya da susun, susun da vicdanları kanatmayın!