Altın kadehteki zehri içmeyin!

Siyasi partiler her fırsatta “bu bizim siyasi sorumluluğumuzun gereğidir” diye üstüne basa basa söyledikleri, kuruluş amaçları ve hizmet ettikleri kesime yönelik çabanın içerisinde bulundukları gerçeğini haykırmaya dönük bir haykırıştır. Siyasetin halk için yapıldığı hep söylenir ama halk için siyaset yapanı mumla arasanız bulamayabilirsiniz; Ayağınız takılır, düşersiniz, el yordamıyla ararsınız, derman diye bir ortaya çıksalar dersiniz […]

Siyasi partiler her fırsatta “bu bizim siyasi sorumluluğumuzun gereğidir” diye üstüne basa basa söyledikleri, kuruluş amaçları ve hizmet ettikleri kesime yönelik çabanın içerisinde bulundukları gerçeğini haykırmaya dönük bir haykırıştır.
Siyasetin halk için yapıldığı hep söylenir ama halk için siyaset yapanı mumla arasanız bulamayabilirsiniz; Ayağınız takılır, düşersiniz, el yordamıyla ararsınız, derman diye bir ortaya çıksalar dersiniz ama ne çare…
Çünkü siyaset, sanılanın aksine halk için çalışan değildir/hiç olmamıştır.
Çünkü siyaset, “Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış” olarak ortaya çıkar.
Elbette burada halkın rahatı veya rahatsız olmasıdır söz konusu olan.
Gerçekten böyle mi, bakalım…
Elimizde çok taze bir örnek var.
30 yıldır akan kanın “siyaset” eliyle durma ihtimali var veya siyaset eliyle devam etme ihtimali.
Burada siyaset yapanlara düşen, kanın akmasını sürdürmek değil, durmasını sağlamaktır. Ülke insanını sonu belirsiz bir maceraya sürüklemek, siyaset değildir. Veya sırf kendi gücü tükenmesin diye çözüm yerine çözümsüzlüğü önermek de değildir. Çünkü siyaset, tek başına bir anlam ifade etmeyen harfler bütündür. Önemli olan “yapıyorum” diye yola çıktığınız bir siyasetin felsefesinin olmasıdır. Ahlak, siyasetin kaçınılmaz değeridir. Bilgiye donatılmış, tecrübeleri göz ardı etmeyendir. Ve esas olan halkın çıkarıdır, devletin değil. Halkın huzur ve mutluluğu, barış ve kardeşlik içinde yaşayışı, onların yaşam standardının yükseltilmesi, yoksulluğun kırılması, işsizliğin azaltılmasıdır.
Daha çok elbet…
Mesela en kaliteli sağlık hizmetine, en ucuz şekilde ulaşmasını sağlamaktır. Eğitimde fırsat eşitliği, istihdamda adam kayırma olmadan hakkın teslim edilmesidir.
Siyasiler, devlete koruma kalkanı oluşturmaz.
Halkın önüne canlarını siper ederek oluşturacakları kalkan, öncelikle devlettir. Çünkü devletin terörünü, bütün terör örgütleri bir araya gelse beceremez.
Sonra tabii ki terör örgütleri, mafya, çete ve kötü niyetli üretici, tefeci, zehir taciri ve daha neler neler…
Siyasetçi, içeriden ve dışarıdan gelecek tehditlere karşı halkı koruma adına görev yaparlar, devleti koruma adına değil.
Bütün bunların bilindiğini biliyorum elbet.
Ama benim bilmem, sizin bilmeniz, siyasetin böyle yapıldığı anlamına gelmiyor, ne yazık ki…
Çünkü son olay gösteriyor ki, siyaseti devlet için yapanlar var ve bunlar hiç bitmeyecek.
Bir tabela için siyaset yapılabiliyor.
Devleti oluşturan, yasaları yapanlar kendilerine “değişmez” maddeler koyabiliyor, kırmızıçizgilerini zamana ve zemine göre değiştirebiliyorlar.
Atatürk’ü her kirli emellerine alet ederek, onu kutsayabiliyorlar ve onu siyasi malzeme olarak dillerde sakız ederek, korku aracı olarak kullanabiliyorlar.
Herkes için sembolik değeri olan bir şey, bir siyasi parti için misyon haline gelebiliyor.
Kan durunca siyaset yapamayacağını bilenler, halkı kandırarak siyaseti devlet için yapabiliyorlar. Hatta sadece devlet için değil, terör örgütleri için de siyasete devam edebiliyorlar.
Kendi varlık sebeplerini, terör örgütünün kan akıtmasında görenler, halkı kandırmak için çağdışı kavramlara sarılabiliyorlar. Bunların en geçer akçesi ise ırkçılık oluyor. Bayrağı siyasi malzeme yapabiliyorlar, insanların değerini ayaklar altına alarak siyasete malzeme üretebiliyorlar. Netice itibariyle bir marş olan şiiri kutsayabiliyorlar, değerleri ayaklar altına alarak, yeni değerler üretebiliyorlar. Halkın refahı için değil, kendi güçlerinin devamı için tüm halkı sonu belirsiz ateş çukuruna rahatlıkla atabiliyorlar.
Devletin günahı için halktan özür dilemesi gerekenler, devletin günah işlemeyeceğine o kadar eminler ki, 1915’ten bu yana yapılan katliamları bile aklama yarışına girebiliyorlar.
Oysa devletin ceberut yüzü, tarihin her döneminde kendisini göstermiştir. Eğer devlet dediğimiz yapılanma, zalimlerin eline geçerse sonu alınmaz zulümlerle karşılaşmak kaçınılmazdır. Ama devleti oluşturan yapıyı yönetenler, vicdan, merhamet ve ahlak sahibi olduklarında ise halk için çok güzel işler yapabildiklerini de görebiliyoruz.
Sorun devlet değil, o mekanizmayı çalıştıranların insanlığıyla alakalıdır.
Darbe dönemlerinde de, tek parti zihniyetinde de, 12 Eylül öncesinde de devleti yönetenlerin “insanlık” kaygısı çok nadir tezahür ediyordu ve genellikle de baskı, en vazgeçilmez kalkandı.
Şimdi devleti halkla barıştırma gündemde.
Toplumun bir kesimini, diğer kesime üstün tutmamaya çalışılıyor.
Herkesin eşit olduğu, bu topraklar üzerinde yaşayanların aynı haklara sahip olduğu düşünülüyor, hayata geçiriliyor.
Ama bunun zaten böyle olmamasından nemalanan siyasiler, halk adına siyaset yaptığı yalanını, ırkçılıkla, vatan sevgisiyle, millet aşkıyla, Atatürkçülükle, laiklikle, ulusalcılıkla süsleyerek sunmaya çalışıyorlar.
Adeta altın kadehlere zehir doldurarak, bal şerbeti diye içmemiz için çabalayıp duruyorlar.
Eğer siyaset yapıyorsanız, sorumluluğunuz olmalı. Bu sorumluluk, terör örgütlerine veya devlete değil, halka karşı sorumluluk olmalı.
Unutulmamalı ki, akan kanın devamını sağlayan siyasetçi olamaz…
Olsa olsa terör örgütü veya farklı bir taşeronu olabilir, hepsi o kadar…
 
Twitimden seçmeler
Sorduğunda barışa karşı olan yok lâkin “ama”sı olan çok. Barışı yürekten isteyenler, önce “ama”yla barışmalı.

Exit mobile version