Ortada “barış” diye bir kavram dolaşıyorsa doğal olarak “savaş” veya “kavga”nın olduğu fikri ağır basar. Bu küslük de olabilir, süregelen bir kan davası da, “incir çekirdeğini” doldurmayan bir konu nedeniyle yıllar yıllar boyu süren bir dargınlık da. Ama barış olacaksa, demek ki ortada huzursuzluk var. Barış, “küsler” arasında oluyorsa eğer, sevimsiz bir tablonun ortaya çıkması da kaçınılmazdır.
Çocukken hiç yere kavga ettiğimiz arkadaşlarımız veya kardeşlerimizle barıştırılma sahnelerini hatırlıyorum. “Asla barışmaya yanaşmayan” bir tavır takınır ama “barışmak için can atar”dık. Kardeşler ve arkadaşlar arasında küslük, çekilmez bir şeydir. Her gün yüz yüze bakıyorsun, aynı sofradan yiyor, aynı insanlarla bir arada yaşıyor, hayatı paylaşıyorsun.
Küsmek, bu açıdan zor ama barışmak da bir o kadar zor. Her ikisinde de esas olan “gurur”dur. Gururun incindi diye küseceksin, gururun incinmeden de barışacaksın. Barış olmalı ama ezilmemelisin. Barışırken, aynı hatayı bir daha yapmamasını hatırlatmalısın. Bu senin haklılığını ortaya koyar. Aynısını küstüğün de istese bir şey fark etmez, sen de aynı hatayı bir daha yapmayacaksın.
İki tarafın da gururu incitilmeden barıştırırdı büyükler…
Ve birkaç dakika sonra hiç küslük olmamış gibi oyunumuza kaldığımız yerden devam ederdik. Sanki kin beslediğimiz o değildi, sanki boğazına sarılmaya çalıştığımız karşımızda durmuyordu, sanki için için kızıp köpürdüğümüz bir başkasıydı. Önemsenmemekti aslında bütün mesele. Önemsendiğiniz andan itibaren sorun yoktu. Siz, insansınız ve önemlisiniz. O zaman bunu niye o bilmiyor?
***
40 yıla yaklaşan bir kavga barışla noktalanmak üzere. Ama her iki kesimin de “suçu” çok. Liste yapmaya kalksan hangisi galip gelir bilinmez. Ama her iki taraf da karşı tarafı “cinayet işlemekle” suçluyor.
PKK’lılar dağa çıkarken, darbecilerin “işkencelerini” bahane olarak haklı bir yere koymuşlardı.
Daha vardı elbet, “inkar-asimilasyon” yani doğal olarak “dikkate almama-önemsememe” vardı.
Darbeciler gitti, darbecilerin yöntemi değişmedi. İnkar boyutu bir yana mücadele yöntemi de değişmedi. Ellerde silah vardı, gözlerde kin, yüreklerde nefret…
Neden olunan da biliniyordu, neden olanların iğrenç metotları da…
Sonra o günler geride kaldı, “beyaz bir sayfa” açmaktan çok öte adımlar atıldı ama bir yandan da kanın durmasını istemeyen, kandan beslenenlerin tezgahladığı kanlı ve kirli oyunlar vardı.
Nihayet barış için ciddi adım atıldı…
Ama her iki kesimde de “nefret” uyandıracak, yüreklerden söküp atılması pek de kolay olmayan öfke vardı.
Bu nedenle anlatmak istediğini anlatamıyor, nereye gideceklerini bilmiyor, kime konuşacaklarını hesaplayamıyorlardı. Böyle bir zamanda BDP’lilerin Karadeniz gezisi başladı. İlk oradan olması ilginç geldi. Şovenliğe varan bir ırkçılığın hakim olduğu bölgeye gitmek, risk almaktı. Elbette herkes her yere gidebilirdi/gitmeliydi de.
Ama “illa bugün, oradan başlayacağız” diyerek en temel hakkını hatırlayanlar oldu. Düne kadar bu hakkın neden hatırlanmadığı ise sorgulanmadı.
Oysa herkes biliyor ki, ortada cenazeler var, kanlı eller var, havadan düşen bombalarla parçalanan insanlar var.
Herkes kendi tarafındakini “şehit” görürken, diğerini “leş” olarak algılıyor, öyle inanıyor. Herkesin kahramanı kendinden, düşmanı karşıdan.
Barış turunda, insanların buna bakmayacağını, gözlerindeki kini göstermeyeceklerini düşünmek mümkün değil.
Bir tarafta havadan atılan bombalarla yakınını kaybedenler, bir taraftan gencecik oğlunun görev yaptığı karakola yapılan baskın sonrası yüreğine düşen acı. Belki bir canlı bombayla eşini, kızını, oğlunu kaybetti, belki bütün bir ailesini dağda yitirdi.
Barış için gidilen her yerde, yöre insanının acısı öne çıkacak.
Şehit yakınları BDP’lilere baktıklarında PKK’lıları görecekler. Yakınını dağda kaybedenler veya Uludere’de başına bomba yağdıranların yakınları da AK Partililere baktıklarında darbecilerin işkencelerini hatırlayacaklar.
Kısaca barış turuna BDP’lilerin çıkması sorunun kaynağı değil, siyasilerin çıkması esas neden. Bu açıdan, dün söylediğimi bugün de tekrar ediyorum; barışı halka siyasiler anlatmasın, ne olursunuz bir süre susun. Gidin evinizde oturun. Barış sonrası için güzel planlar yapın, çoklarınızla oyun oynayın, eşinizle gezmeye gidin, alışveriş edin ama “barış”ı ağzınıza almayın. Bırakın, bunu aydınlar yapsın, sivil inisiyatifler bu görevi üstlensin, anaların sesi çıksın, evlatlar konuşsun, babalar suskunluğunu bozsun.
Ama siz asla konuşmayın, konuştukça batıyor, battıkça konuşuyorsunuz.
Ne olursunuz, bu kez barışa, kan, kin ve nefret bulaştırmayın…
Twitimden Seçmeler
Bir kurum amirinin, kendi kurumunda inceleme veya ziyaret yapması sadece Adıyaman’da haber olur; o kadar kötü anlayacağınız!