Bilgi sahibiyseniz fikir yürütün, değilse sadece anlamaya çalışın – dinleyin – öğrenin. Bilginizi çöpe atmayın, anlayabilecek olana sunun…
Sadece ülkemize özgü müdür bilmem ama toplumumuzda herkes her şeyi bilir. Çok bilmeyi, her konuda fikir sahibi olmayı çok seviyoruz. Bir futbol maçından sonra her hangi bir kahvehaneye girin, herkes teknik adamdır. Hatta ondan daha iyidirler. Onun düşündüğü yapılsaydı, takımı maçı kesin kazanırdı. Ya da siyasi konular konuşuluyorsa, memleket meselelerini herkes siyasilerden, okumuşlardan çok daha iyi bilir, çözer. Hepsi işin ilgilisinden daha bilgilidir ve bütün sorunlar bu uzmanlar (!) tarafından masada kolaylıkla çözülür.
Genellikle her konuda fikri olan bu tip insanlar, iş uygulamaya – icraata gelince çoğu kez kazın ayağının öyle olmadığını görürler. Eleştirirler ama asla elini taşın altına koymazlar. Bu durum adeta toplumsal bir hastalıktır. En küçüğümüzden en büyüğümüze, okumuşumuzdan okumamışımıza kadar bu hastalığı hepimiz yaşıyoruz. Bu hastalığı aşmanın yolu, eğitim sisteminin belki de sil baştan yeniden tanımlanmasını gerektirir.
Mesela, çok para kazanan bir iş adamı para kazanabildiği için her konuyu bildiğini zanneder. Ve kimseye danışma ihtiyacı duymaz. Vergiyi Muhasebe Müdüründen, satışı Pazarlama Müdüründen, süreç verimliliğini ise Endüstri Mühendisinden çok daha iyi bilir. Neden çünkü “kazanıyorum, o halde bilgiliyim” diye düşünür. Bunun o kadar çok örneklerini gördüm ki saymakla bitmez. Ama ne zamanki gemi duvara tosladığında eyvah diyerek iyi bir işletmeci, iyi bir avukat, iyi bir süreç yöneticisi, yani işin uzmanını aramaya koyulurlar. Ama çoğu zaman iş işten geçmiş olur. Önemli olan, gemi duvara toslamadan önce gerekli tedbiri almaktır.(önleyici tedbir).
Rahmetli Uğur Mumcu ne diyordu: “Bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmaz”.
Bu cümle her şeyi çok güzel açıklıyor. Aynı şekilde Sokrates de: ‘Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir” diyerek bütün insanlığa ders vermiştir. İşte bilim adamları – düşünürlerin, sıradan bireylerden farkı budur.
Bütün bunlara rağmen bizde aslında olması gereken, bilimsel anlamda eleştiri – özeleştiri kültürüdür. Ama ne yazık ki bu anlamda düzey çok düşük. Ne olursa olsun eleştirmek değil, işin uzmanı olanlarca eleştiri kültürümüzü geliştirmeliyiz.
Aşağıdaki hikâye, işi yapmakla – eleştirmek arasındaki nüansı çok güzel açıklıyor. “Hindistan’da çok ünlü bir ressam varmış… Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş.
Ve onu ‘Renklerin Ustası’ anlamına gelen Ranga Çeleri olarak tanısa da, kısaca Ranga Guru derlermiş. Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru’ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş. Ranga Guru ise; ‘Sen artık ressam sayılırsın Racaçi… Artık senin resmini halk değerlendirecek’ diyerek, şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlerine çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş. Raciçi, denileni yapmış ve birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor. Çok üzülmüş tabii… Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo, kırmızıdan bir duvar sanki… Resmi alıp, Ranga Guru’ya götürmüş ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş. Ranga Guru, üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Raciçi, yeniden yapmış resmi ve gene Ranga Guru’ya götürmüş. Ranga Guru resmi, tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Raciçi’den. Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya ve birkaç fırça ile birlikte… Ve yanına insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile birlikte bırakmasını istemiş. Raciçi, denileni yapmış. Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış. Fırçalar da, boyalar da kullanılmamış. Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru’ya gitmiş. Resme dokunulmadığını anlatmış. Ranga Guru ise; ‘Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağnağı ile karşılaşabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip, senin resmini karaladı.
Oysa ikinci konumda, onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin. Fakat yapıcı olmak, eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı. Cesaret edemedi… Sevgili Raciçi, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Onlara göre senin emeğinin hiçbir değeri yoktur. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma…’ demiş.”
Bu hikâyede çıkarılacak çok ders var ama kıssadan hisse… 1.Bilgi sahibiyseniz fikir yürütün, değilse sadece anlamaya çalışın – dinleyin – öğrenin. 2. Bilginizi çöpe atmayın, anlayabilecek olana sunun…Özel yaşamda olduğu gibi iş yaşamında da bu durum böyledir. Muhasebeci pazarlamayı, sıradan bir personel şirket vizyonunu, patron ise her şeyi bilir…(!) Olay hiç böyle değil elbette. Doğru olan, herkes kendi işinin uzmanı olmalı, işinin en mükemmelini yapmalı. Ancak böyle olunca en iyi sonuçları alan bir şirkete / organizasyona ulaşılır. Bir şirket düşünün, bütün bölüm sorumluları / yöneticileri en mükemmel uzmanlardan oluşuyor. Yıldızlar topluluğu yani…Bu şirketin önünde kim durabilir?
Peki bunu yapmak kolay mı?
Elbette kolay değil ama mümkün. Sadece karar ve vermek ve bunun olası maliyetlerine (zaman, iş gücü, organizasyon yapısı, teknoloji vs.) katlanmak gerekir. Ya bunu yaparak iyi bir yapı / takım kurarsınız ya da kendi işini dahi bilemeyen personelle en iyisini yapmaya çalışırsınız. Bahse konu olası maliyetin, getirinin altında olacağına da eminim.
Ya siz?