Dörtnala gelip uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket” çok güzel bir memleket olmakla birlikte, aynı zamanda 1. derece deprem bölgesi. Jeolojik devirlere girip sıkılmanın âlemi yok şimdi. Ancak, keşke diyor insan, hazır Uzak Asya’dan kalkıp yollara düşmüşken, biraz daha Avrupa’ya doğru gideymişiz, iyiymiş…
17 Ağustos depreminden sonra birden kendimize gelmeye başladık. Çünkü koca bir yaşamı bir dakika içinde yok edebilen, hatta kentleri, bölgeleri yutabilen bir ‘doğal’ gerçekti deprem.
Akabinde ve detayında gördük ki, nasıl bir tedbir alırsan al, tam anlamıyla bir mücadele zor görünüyor Akdeniz ikliminde yer alan Anadolu’da.
Depremle mücadele konusunda çoğu zaman Japonları örnek gösteririz. Ancak dikkat etmemiz gerekir ki, Japonya bir Akdeniz ülkesi değil. Orada insanlar adeta bir Alman toplumu gibi yaşar. Yani biz Akdenizliler gibi sıcakkanlı, hatta çoğu zaman ‘kaderci’ sayılmazlar.
Deprem konusunda gerçekleri öğrenince, koşullarımız gereği biraz da, ister istemez kaderci olduğumuzu düşünüyorum. Nasıl mı?
Örneğin İzmir’i ele alalım. Adeta baklava dilimini andıran faylara sahip. Yetmezmiş gibi, sıvılaşma riski yüksek zeminlerle çevrili bütün körfez çevresi. Yani, bir deprem anında, sert olan inşaat yapısı, yumuşak olan zemin üzerinde sallanmaya başlıyor ve böylece birazı ya da tamamı zemine gömülebiliyor.
Birileri çıkıp, “Efendim İzmir’deki faylar Kuzey Anadolu Fayı gibi değil, daha kısa faylar. O nedenle büyük deprem yaratmazlar” diyor. Oysa tarihten okuyoruz ki, Ege’deki birçok uygarlık yıkıcı depremlerle yok olup gitmiş?
Aslına bakarsanız, birazcık depremle ilgili bilgisi olan bir şehir plancısı olarak şunu görmekteyim: İzmir, zamanında yerleşime hiç açılmamalıymış…
Ya da bu kent tamamen taşınmalı…
Hadi diyelim ki yerleşime açıldı. O durumda da tarihi ve doğa güzellikleri korunan, nüfusu ise 500 bin, bilemediniz 1 milyon olan, gerçekten de Akdeniz’in yıldızı olacak bir kent olmalıymış…
Bugünkü İzmir’e bakarak, müneccim dahi olsanız, bu üst üste yığılmış, bir depremde çadır kuracak alanı bile olmayan adeta ‘taş kente’ bakarak, “Evet bu kentin sekiz bin yıllık bir tarihi olabilir” diyebilir misiniz?
Apartmanlara kurban edilen güzelim yalıları, körfezin bütün çevresini saran ve adeta kale duvarı görüntüsü veren yapılarıyla boğulmuş bir kent…
Yetmezmiş gibi, bir yandan da hala “Arsa üretilmiyor, inşaat yapamıyoruz” ya da “İzmir’de neden sanayi yok? Denizli ve Manisa bile bizi geçti” diyen gözü doymaz, cehalet akan bir yatırımcı grubu. Neyse…
Dostlar, beyin, çaresiz kaldığı olayları öteleyerek, yok sayarak, yaşama devam edermiş. Aslına bakılırsa deprem de karşısında çaresiz kalınan bir şey. Yıllardır “İstanbul’da büyük deprem olacak” feryadı sürüyor. Tamam, bu mümkün, ancak ne zaman ve nasıl olacağı her şeye rağmen bilinmiyor. Bir ortalama alınıp, belli yıl araları hesaplanarak bir sonuca varılmaya çalışılıyor. Oysa belki de yaşamımız boyunca hiç karşılaşmayacağız ciddi bir depremle? Neden bir ömrü deprem korkusu ile geçirelim?
Üstelik yaşamımızın hangi anında, nerede karşımıza çıkacağını bilemediğimiz, (adeta ölüm gibi) bir olaya karşı nasıl hazırlıklı olabiliriz ki?
Düşünsenize, hayatında hiç İzmit’te bulunmamış insanlar vardı depremde çöken otellerde. İş için o gece gitmişlerdi ve öldüler.
Evet, depremden korkalım, ama galiba, bir ömrü deprem korkusu ile geçirmektense, biraz kaderci de olmakta yarar var. Bir örnek vererek bitireyim.
Kayınpeder ve kayınvalidenin yaşadığı ev Gölcük Donanma Komutanlığı’nın bahçe duvarına bakıyordu. Sıradan bir müteahhit tarafından yapılmış, sıradan bir apartman dairesi. Hatta önce aynı sokakta yeni yapılan bir evin bitmesini beklemişler almak için, ancak evi bitiremeden müteahhit ölünce, o mevcut eski daireyi satınalmışlar. Yıllar önce bir kaç gün ben de kalmıştım o evde. 17 Ağustos da yaşanan depremde, yaşadıkları dairede bir çatlak bile oluşmadı. Üstelik “Bitsin de satın alalım” diye bir süre bekledikleri yeni apartman yerle bir oldu. Donanma Komutanlığının durumu ise malumunuz.
Ancak yaşadıkları bir şey bana ders oldu: Depremden sonra, kapıda duran arabaya binip, kenti terk etmeye çalışmışlar ama arabanın benzin göstergesi yanmakta olduğu için fazla gidememişler. O günden beri olanaklar çerçevesinde benzinimin dolu olmasına özen gösteriyorum…