Bir kişiye dokuz, dokuz kişiye bir pay. Kurt yapmaz bu taksimi, kuzulara şah olsa!” (Necip Fazıl Kısakürek)
Yargı veya daha geniş anlamıyla “adalet” kavramı gündeme geldiğinde veya ortada bir dava söz konusu olduğunda iki farklı kesim, iki farklı anlayış ortaya çıkar. “Mağdur” olduğunu söyleyenler, yargının bağımsız olmadığını iddia ederek haklılığını ispata çalışır. Suçu iktidara atar ve yargıya müdahale edildiğini iddia ederler.
Öte yandan zanlıların suç işlediğine inanan kesimse “yargıya güveniyoruz” diyerek, yargılamanın sonucunu beklemek gerektiğine dair sözler ederler ve bu da genellikle gücü elinde bulunduran iktidar olur.
Aslında her iki kesimde kendi söylediğine inanmayan kesimdir; Ne yargı güvenilecek kadar “doğru”dur, ne bağımlı olan bir yargı söz konusudur. Bizim gibidir daha çok.
Karakolda doğru söylemeyi, mahkemede şaşmayı şiar edinen bir neslin evlatları, “mahkemede doğruyu söyleyerek değil, yalan söyleyerek” aklanacağına inanırlar. Hem de öyle böyle değil, “iyi yalan söyleyen kazansın” türünden. Bunun böyle olduğuna o kadar inanan olmalı ki, avukatlığı meslek edinenlerin aynı zamanda “çok kolay yalan söyleyenler” olduğuna da inanırlar.
Ama bir tarafta da savcılar var.
Birisi müvekkilini sütten çıkmış ak kaşık yapmaya çalışırken, savcı ise “vur dedik de öldürdü” diyecek kadar zanlıyı yerden yere vurur.
Karşı tarafı suçlamazsa avukat nasıl davayı kazanabilir ki…
Hasbelkader sanık sandalyesinde oturanı linç etmek de savcıya kalır.
Böyle bir salonda sanık sandalyesinde oturanın tek güveneceği kişi, avukatından sonra hâkimdir.
Suçlayan kesimin ise tek güvendiği avukatından sonra savcıdır.
Bazen insanlar yanlış yerde durur. Sanık sandalyesindekinin yeri orası asla değildir. Suçlayanın yeri ise tam da sanık sandalyesidir, hatta ötesidir.
Burada bazen güç devreye girer, bazen sesinin yüksek olması, bazen avukatının işi bilmesidir.
Her şey bir oyundur aslında; rolünü iyi oynayan kazanır, aksinde ise mağdurken suçlu konumuna düşebilirsiniz. (İyi olacağınıza laf cambazı olun, işiniz çok daha kolaydır anlayacağınız.)
İşte böyle bir yerde aldığı hukuk eğitimine ek olarak, sahip olduğu insani değerler, davayı hakkaniyetli bir şekilde sonuçlandırabilir.
Burada hâkim ve savcıların ideolojilerden arınmış olması, sanık sandalyesinde oturanın veya onu suçlayanın konumuna, maddi durumuna, makamına, sahip olduklarına veya olamadıklarına bakmaması gerekir.
Sanığa veya onun siyasi görüşüne, inancına, kültürüne, ırkına, yaşam tarzına karşı bir husumeti de olmamalı, yakınlığı da.
Yine suçlayan kesimle “ideolojik” bağı da olmamalı. Eğer benzer bir dünya görüşüne, inancına, yaşam tarzına, kültürüne sahipse bile bunu davaya en ufak ama en ufak bir şekilde yansıtmayacak kadar geniş görüşlü olabilmelidir.
“Zor” mu dediniz, değil aslında. Bir insanın nerede olduğundan daha çok, nasıl birisi olduğu önemlidir. En çok da bu makamda oturan, verdiği bir kararla insanların hayatını karartan veya aydınlatanlarda olmalı.
***
Son yıllarda yargının bağımsız olmadığını haykıran kesim, daha çok Silivri’yi işaret ederek iddialarını ispat etmeye çabalıyorlar.
Daha önce de yargının bağımsız olmadığını iddia eden kesim, Silivri’de yatanların “suç işlediğine” inanan kesimdi.
Aslında Türkiye’de yargı, tarihinin hiçbir döneminde bağımsız olmadığı gibi adil olmayan kararlarıyla da hep gündemde oldu.
Bazen koca bir kenti/ülkeyi soyup soğana çevirenlere ses edilmedi, bazen bir dilim baklava çalana hayat zehir edildi.
Bazen kamunun gözü önünde işlenen suçlar aklandı, bazen aç karnını doyurmak için bir parça ekmek çalanlar zindanlarda çürütüldü.
Kimi zaman terör örgütünün en üst düzeyleri cirit atarken, tesadüfen bulunduğu yerde patlayan bombadan mesul olanlar tüm cezayı çekti.
Bazen bir şiir okuyanı zindana attılar, bazen iki satır yazı yazanı veya “devletin temel nizamlarını bilmem ne kuralına uydurma” gibi uyduruk cezalar buldular.
Bizde yargı, polisin tuttuğu tutanağın savcı tarafından “delil” kabul edilmesinden çok öte bir şey değildir belki de…
Burada fark, savcının tutumudur.
İyi eğitimliyse “araştırması” gerektiğini bilir. Hele bir de vicdan sahibiyse yanlış suçlamanın nelere mal olacağı hakkında fikir yürütür ve belki Allah’tan da korkar. Ama değilse orada yargı bağımlı olsa ne olur, olmasa ne olur?
***
Böyle bir ülkede milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasından söz etmezler mi, hayret etmemek mümkün değil. Yahu siz daha halkın adil yargılanmasını sağlayacak yasal düzenlemeleri yapmaktan acizsiniz, kendinizi nasıl koruyacaksınız?
Seçim bölgesine dağılan vekillerinizi, binlerce iftirayla içeriden toplamak için Amerika’dan avukat mı ithal edeceksiniz?
Milletvekillerine kimse dokunamamalı, dokunmaya başladığı andan itibaren, zaten tartışmalı olan yargı sisteminin cılkının çıkmaması için hiçbir “geçerli” sebep yoktur.
Siz asıl o zaman yargının bağımsız olup olmadığı yerine çok daha başka şeyler konuşmaya başlarsınız ama iş işten geçer.
Yargıyı AK Parti döneminde “bağımlı” olmakla suçlayanlar, hangi hükümet döneminde “bağımsızdı” onu da söylemeleri lazım. Çünkü öyle bir dönemi bulmak için çok eskilere gitmeleri gerekir ve o zaman İstiklal Mahkemelerine toslayıp kalırlar.
Twitimden seçmeler
Başkasının hakkını yiyerek büyüyenler, insanlık olarak küçülenlerdir…