Bugüne kadar karşı çıkılan konulara birden bire “destek” olunmasını istemek elbette kolay değil. Hain bildiğin, terörist diye düşman gördüğün, küfrettiğin, hakaretler yağdırdığın, her şehit cenazesinde lanetler okuduğun kesime bırakın el uzatmayı, “sıcak” bir mesaj veya “tebessüm” göndermeniz kolay değil. Bunu istemek bile zor.
Ama imkânsız değil.
Zira aynısı sizin karşı olduğunuzdan da isteniyor.
Bugüne kadar sivil halka, askere, polise veya genel olarak ülkeye karşı düşmanca tavır besleyen, eline silah alan, gencecik bedenlerin toprağa düşmesine neden olanların bir anda hedefe oturttuğu kesime “sıcak” bakmasını beklemek mümkün değil. Bunu istemek de diğeri gibi gerçekten zor.
Ama bu da diğeri gibi imkânsız değil.
***
Dün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bu sürecin bir “samimiyet sınavı” olduğunu söylerken, muhtemelen zorluğunu da biliyordu.
Terörle mücadele veya ülkede akan kanın tarihsel geçmişi 40 yıla neredeyse dayandı. 40 yıldır sebepli-sebepsiz insanlar ölüyor. Her seferinde ağlayan analar, bacılar, kardeşler oluyor. Dul kalıp sevgisini içine gömen gelinler bulunuyor. Saçını okşayan babasını yitiren minicik yavruların çaresizliği bir türlü bitmiyor.
Ve her seferinde bundan nemalananların gözünden bir tek damla yaş düşmüyor.
Bitecek konumda olan adı konmamış bir savaş var.
“Bitsin” denildiğinde bitecek kadar kolay, sürsün denildiğinde ilelebet sürecek kadar da kolay bir süreç.
40 yıla yakın bir süredir ilk kez AK Parti döneminde barış ümitleri yeşerdi. Her seferinde yeşeren ümitleri budayanlar bulunduysa da, barış ümidi her iki tarafta da kaybolmadı.
Akan kanın durması için her iki kesimin de ciddi adımlar atması gerekiyordu.
Ateşten gömlek giyilmesi, gelebilecek tepkileri göğüsleyebilmesi ve bütün bunların hayata geçmesi için de bazı yasal değişikliklerin yapılması icap ediyordu.
Öncesinde toplumun “gazını” alma da deseniz, bir uzlaşı arayışı vardı. Aklı başında olan, kandan nefret eden, barış yanlısı olan, aklıselim herkes akan kanın durması için atılabilecek adımları her platformda söylüyordu, her platformda da tepkiler çığ gibi yükseliyordu.
Gerçekten kolay değildi.
Ama bir şeye karar verdiğinizde, sonucuna katlanmak, acı da olsa kızılcık şerbetini içmek gerekiyordu.
Ne istediğinize karar verecektiniz, hepsi bu…
Bu kan akmaya devam mı etsin, yoksa “bir arada yaşamakla” övündüğümüz toplumun tüm kesimleriyle birlikte kan akmadan, silah doğrultmadan, barış içinde yaşam mı gelsin?
Elbette ikincisi daha mantıklı, daha insani, daha güzel…
Ama birincisinden nemalananlar varken, ikincisi nemalanmaya pek açık değil.
Birincisinden siyasi rant elde eden varken, ikincisi siyasi kayıp nedeni olabilecek bir yol.
Doğrusu bu yol, siyasilerin kolaylıkla tercih edebilecekleri bir yol değil.
Dikenli tellerle dolu, eleştiri oklarının öylesine öldürücü darbeleri var ki, kimse girmek istemez.
Ama sonunda bunun olması gerekiyor.
40 yıla yakın bir zamandır akan bu kanın, ne zaman dindirilmesi düşünülüyor?
Böyle bir plan var mı?
Bir kırk yıl daha, üstüne bir kırk yıl daha koyarak insanların hiç yere ölümünün seyredilmesi, ardından da “şehitler ölmez, vatan bölünmez” bildik ve hiçbir sonuca götürmeyen laflarının tekrar edilmesi mi umuluyor?
Bu defa barış kaçırılmamalı.
Zor elbet.
Dün ülkemize gelen PKK’lı kadınların cenazesinde yaşanan ve yaşanacakları kabullenmek kolay değil.
Uludere’de ölenleri yüreğe gömmek de kolay değil, toprağa düşen şehitleri için yüreği dağlananları ikna etmek de…
Habur’dan girişte yaşananların bir kez daha olma ihtimalini düşünmek de zor, o görüntüyü daha şenlikli hale getirememeyi düşünmek de.
Hâsılı her iki kesim için de zor bir süreçtir, kabul edilmeli.
Ama eğer barış isteniyorsa, her iki kesim, bir diğerini yok farz ederek bu yola girmemeli.
Zor olan sürece dâhil olmaksa, “sessiz” kalmak da çok önemlidir.
Hiçbir şey yapamıyorsanız, sessiz kalarak akan kanı durdurun.
Yarın yaptığınız veya yapmadığınız hiçbir şeye pişman olmayacaksınız.
40 yıldır akan kanı durdurmak az şey değil, bilinmeli…
Twitimden seçmeler
Prof.Dr. Ahmet Ercan, 2015’e kadar deprem beklenen illeri açıklamış. Biz Mayalıların kıyametini bile bekledik, 2015’i mi beklemeyeceğiz?