Bazı topraklar vardır ki, üzerine yalnızca insanlar değil, insanlığın hafızası da gömülür. Bazı sabahlar vardır ki, güneş doğmaya utanır. Kerbela, işte o sabahlardan biridir. O gün sadece bir savaş yaşanmadı; bir vicdan sustu, bir ümmet sınandı, bir yürek bin parçaya bölündü.
Kerbela, ne sadece bir çöl ne de sadece bir vakadır. Kerbela, hak ile batılın birbirine bakıp sessizce ağladığı yerdir. Biri mertçe durur, diğeri susarak seyreder. Kerbela, yeryüzünün en kara sabahında, gökyüzünün utançla yüzünü çevirdiği gündür.
O gün toprak kana bulandı ama kan akmadı sadece; hayâ, edep, insanlık, vicdan yere düştü. Gök ağladı, çünkü yer susmuştu. Kum taneleri bile o gün utançla titredi. Rüzgâr acıyı taşıyamayıp yönünü şaşırdı. Gölge bile kaçacak yer aradı; çünkü Hüseyin düşüyordu toprağa, secdeye…
Hz. Hüseyin… Peygamber’in canından bir can, Fatıma’nın duası, Ali’nin eğilmez başı… O gün kılıç değil, sabır kuşanmıştı. Bir çadır değil, bir dava kurmuştu. Yanında yetmiş iki yâreni vardı; her biri göz göre göre ölüme yürüyordu. Ama hiçbiri “geri dönelim” demedi. Onlar için ölüm değil, zulme boyun eğmekti asıl felaket. Ölüme gülerek yürüdüler, çünkü yaşarken eğilmektense ölerek doğrulmayı seçtiler.
Ve sonra… Ali Asgar. Henüz konuşamayan bir bebek. Ne aç ne tok… Sadece bir damla suya muhtaç. Babası onu ellerine aldı. Kollarında taşıdı; belki bir damla su bulur umuduyla… Belki merhamet uyanır, belki bir yürek sızlar diye… Ama o çölde merhamet çoktan gömülmüştü. Ve bir ok geldi… Minicik bir göğse saplandı. Ve zaman durdu. O an gökyüzü sarsıldı, toprak ağlamaya başladı. Çünkü bir baba, evladını kollarında toprağa verdi. Sessizce… Gözyaşını içine akıtarak…
Bir çocuk sustuğunda, evren susar. Bir bebek öldüğünde, insanlık da ölür. Kerbela’da sadece bir çocuk değil, insanlığın yüzü toprağa gömüldü. Ve Hüseyin, o minik bedenin üzerini elleriyle örttü. Her anne, o gün biraz Fatıma oldu. Her baba, biraz Hüseyin…
Ve sonra Hüseyin… Başını secdeye koyduğunda, gökten bir sessizlik indi yeryüzüne. Yalnızca beden değil, bir ümmetin onuru yere eğiliyordu. Ama o baş, bir zalime değil, sadece Rabbe eğildi. O bir teslimiyet değildi. O bir direnişti. O, hakikatin en gür haykırışıydı.
Kerbela, bir mezar değil, bir aynadır. Her çağ bakar o aynaya ve kendi Yezid’ini görür. Ama her çağda bir Hüseyin var mı? İşte soru budur. Hüseyin olmak kolay değildir. Hüseyin, bedel ödemektir. Hüseyin, yalnız kalmayı göze almaktır. Hüseyin, çoğunluğa rağmen hakta sebat etmektir.
Zeynep… Ah Zeynep… Ateşin ortasında, enkazın arasında bir kadın… Kardeşi şehit, evlatları esir, çadırı yakılmış… Ama gözyaşlarını secdeye bırakmadan konuşuyor. Yezid’in sarayında başını kaldırıyor. Gözlerinin içine bakıyor zalimin. “Senin saltanatın geçici. Bizim davamız ebedîdir” diyor. İşte o an, kelimeler secdeye varıyor. O gün, hakikat Zeynep’in diliyle bir kez daha ayağa kalkıyor.
Bugün bir annenin gözyaşında Zeynep var. Bir çocuğun sessizliğinde Ali Asgar. Ve bir adamın boyun eğmeyişinde Hüseyin… Eğer kalbin hâlâ bir acıyı hissediyorsa, eğer bir mazlumun feryadı yüreğine değiyorsa, bil ki sen hâlâ Hüseyin’in çadırındasın.
Ama eğer sessizsen… Eğer gözlerin hiç nemlenmiyorsa… Eğer hiçbir çocuğun susuzluğu seni uyutmuyorsa… O zaman, ey insan… O zaman sen Kerbela’yı unutmuşsun. O çölü yeniden kuruyorsun. Zalimle aynı sofrada oturuyorsun.
Ve bugün… Kerbela hâlâ devam ediyor. Susuz bebekler var. Ezilenler var. Konuşamayan Zeynepler var. Senin yüreğinde bir sızı yoksa, orada insanlık çoktan gömülmüş demektir.
Hüseyin hâlâ o çadırda. Ali Asgar hâlâ bir damla suya hasret. Zeynep hâlâ konuşuyor, ama kimse duymuyor. Belki de duymak istemiyor. Ve sen… Ya sadece bakıyorsun… Ya da ayağa kalkıp onların yanına yürüyor, o çadıra bir çivi de sen çakıyorsun.
Şimdi soruyorum sana: Kerbela nerede? Ve sen… sen neredesin?..
YORUMLAR